Wednesday 22 June 2016

Gülen Cemaati: İslam Ümmetinin İri Cüsseli Evladı

Cemaat, hiç hata yapmayan la yuhti ve sorgulanamayan ve La yüsel yöneticilerden kurulu derebeyliklerini andırıyordu elhakk... Dışarda hoşgörü ve diyalog diyen fakat içeride hiç bir eleştriye tahammül etmeyen, eleştiren, kritik edenlerin derebeyleri tarafından sürüldüğü(tayin edildiği) jakoben bir sistemin hakim olduğu gestapo soluklu bir baron cenneti. Cemaatin kendisini masum göstermek için defaatle kullandığı saf masum çocukları ise derdi maişet ve iaşelerini kıt-kanaat, aldıkları nev-i sadaka ile karşılarken, baronlar parçalanan kibirlerini (aktör olarak çok sevdiğim)Andy Garcia nın arzı endam ettiği milyon dolarlık nümayışlı törenler ile tadile çalışıyorlardı. Cemaat şimdiye kadar sadece kendi düşüncesine özgürlük taleb edebilmiş, mazlumların hakkını konjonktüre göre arayabilmiş, hakkın hatırını daim güce feda eylemiş, sisteminin devamı için her bir ferdini kurban edebilme pervasızlığındaydı. Binaları yükseltirken vefasızlığı müesseleştirdi; islam kardeşliğini ve uhüvveti berhava etti. İslam ümmetindeki cemaatler kardeş ise şayet; Gülen Cemaati o kardeşlerin en küstahi ve kibirlisi olmaya namzet, bir iri cüssedir. Üzgünüm şakirtler. Hakkın hatırı pek alidir.

Cadı Kazanı




Kaynat-kaynat, köpürt kazanı, bela

Türk burnu ve Tatar dudağıyla.




İktidarın hırsının ne kerih bir nesne olduğunu anlatan Shakespeare'in Macbeth'inde cadılar kazanlarını bu sözlerle kaynatıyorlardı. İktidar için her günahı meşru gören Macbeth çifti, cadıların kehanetlerine göre iktidar yolunu gölgeleyen her maniayı bertaraf etmekten çekinmiyorlardı. İngiliz edebiyat dehası tarihi vakıaların ilham verdiği karakterlerle, iktidarın tefessüh ettiren, mutlak iktidarın ise mutlak tefessüh ettiren devasız bir dert olduğu hakikatini bize anlatmıştı. Hakikaten de tarihin insanlığa öğrettiği en büyük gerçeklerden biri iktidarın, en nikbinane tabirle, sahibine 'talihli bir afet' olmasıydı. Peygamberler müstesna, iktidar sahipleri bu afetten kendini kurtaramamıştır. Bir parçası olduğumuz müslüman toplumlar 7. yüzyıldan beri iktidarın içlerinden belirli bir zümre tarafından kullanılması ile milletlerini devletlere dönüştürmüştür. Müslümanlar, İslam Peygamberi Hz. Muhammed'in vaaz ettiği prensipler ile ilk toplum sözleşmesini ortaya koymuş, aynı toprak parçasında yaşayan tüm insanları ırk ve din ayrımı yapmadan eşit sayan (adalet), hürriyet (inanç ve ifade) ve güvenliği (mal ve can asayişi) iktidarın teminatına bırakan devletlerinin temelini atmışlardı. Devletin kudret tasarrufu adalet şartına bağlanmış ve Hz. Ömer'in 'adalet mülkün esasıdır' fehvasınca tatbik edilmeye çalışılmıştır. Hz. Osman'ın özellikle son döneminde sehven tasarrufları, liyakat yerine hısımlık esaslı devlet adamlarını tavzifleri (nepotizm), adaletin ve hukukun eşit tesis edilememesi, 3. halifenin şehadeti ve ilk fitneyle neticelenmiştir. İslam Peygamberinin manevi mirasçısı olan Hz. Ali'nin, iktidarı, eşitlik, adalet ve hukuka meftuniyet derecesinde hasretmesinin hilafına, bütün gayretini iktidar olmaya sarf eden Muaviye, Müslümanların devlet siyasetine asırlarca tesir edecek dini devlete ram eden Roma-Bizans-Sasani 'Resmi Din Modelini' ikame edecekti. Muaviye'nin temellerini attığı devlet modeli, Selçuklulardan Osmanlı'ya ve nihayetinde Türkiye Cumhuriyeti'ne kadar süregelen despot bir müesseseye dönüşmüştür. Dini himayesine alan-yayan bu sebeple kutsallık atfedilen devlet kavramı, içtimai birlik-dirlik-nizam adına gayri-meşru fiilleri dahi iktidarı için meşru kılabilen bir hüviyet kazanıyordu. Devletin bekası için Peygamber torunu Hz. Hüseyin'i katleden Emevi anlayışının hakim olduğu 'şanlı' Osmanlı tarihinde, iktidarları için kardeşlerini ve çocuklarını merhametsizce katleden sultanların, Yezid'ten makam olarak ne farkı vardı? Müslüman Türklerin çoğunluğunun hakkında çok malumata sahip olmadan tabii olduğu Ebu Hanife, Abbasi Devleti'nin ikinci sultanı Ebu Cafer el-Mansur tarafından kendisine teklif edilen Baş Hakimlik vazifesini kabul etmediği için zindana atılmış ve yaygın kanaate göre zehirlenerek öldürülmüştür. İnsanların eşitliğini, fikir ve inancına dayalı hüküm verilerek kimsenin suçlanamayacağını, insanın kültürel ve dini haklarının, aklının, dininin, malının ve canının korunması gerektiğine İslam adına hükmetmenin bedelini canıyla ödemiştir. Aynı Halife-Sultan Şii Mezhebinin en önemli şahsiyetlerinden, 12 İmam silsilesinin 6. İmamı Cafer El-Sadık'ı da zehirleterek öldürtmüştür. Bir tarafta kuvvetin şe’ninin tecavüz olduğunu ispat eden Müslüman liderlerin vakıaları bir tarafta ise Allah'ın sözleri Kur'an ile hükmeden Hz. Muhammed'in tesis ettiği nizam. 1200 km'lik bir mesafeden gelip kendisinden peygamberlik yetkisi, yöneticilik gibi haklar isteyen Müseyleme adlı Yemenliye, Medine'de “Sana bir kuru dal dahi vermezdim.” demiş ve geldiği heyetle Yemen'e dönmesine müsaade etmiştir. Müseyleme Yemen'e döndükten sonra peygamberliğini ilan edip Medine'ye elçiler göndermiş ve kendisine, Hz. Muhammed'in itaat etmesini talep etmiş, İslam Peygamberi ise “Elçiye zeval olmaz.” düsturunu toplumuna talim ettirip elçileri geri göndermiştir. Aynı Müseyleme, İslam Peygamberinin vefatıyla, Müslümanlara savaş ilan etmiş ve çok ağır kayıplar verdirdiği savaşta kendisi de ölmüştür. İslam Peygamberinin bu tavrı, vefatından 2 yıl evvel nasıl bir ifade hürriyetinin var olduğunu tahayyüle imkan veriyor.


'Yönetme Sanatı' olan siyaseti tatbik ederken, yeryüzü halifesi insanı merkeze alan nizamı ikame eden bir medeniyet modeli için şurayı, meclisi, istişareyi salık veren İslam dininin ana kaynağı Kur'an, iktidar aygıtının içtimai adalet, hürriyet, güvenlik (asayiş), eşitlik ve hikmet gibi esasların ikamesine hizmet etmesini destekler. İslam’ın ilk yıllarında halkın belli bir kesiminin katılımıyla kararlarını hükme bağlayan, şura ile yönlendirilen iktidar unsurlarından, Muaviye ile birlikte halk arındırılmış, hanedanlara has kılınmış, ve halk güdülmesi lüzumlu bir sürü derekesine indirgenmiştir. Müslüman toplumlar çok büyük kara parçalarına hükmeden büyük devletler kurmalarına rağmen, güçle imtihanlarında çok muvaffak olamadılar.


Gücün çıldırtıcılığı ve hükmetme hırsı insanlığın külli bir imtihanı. Katolik dünyasının ruhani lideri Papa tarafından, Catherine Aragon'dan boşanma dileği reddedilen İngiltere Kralı Henry VIII çareyi İngiliz Protestan Kilisesi kurmakta bulmuştur. Mezhep değiştirip boşanan Kral, makamını ve zatını yeni kilisenin ulu lideri olarak ilan etmiştir. Kral Henry'nin tavrı ile Emevi geleneğini miras alan Osmanlı Devleti'nin dini vesayet altına alıp, bağımsız hiçbir dini müessesenin gelişmesine müsaade etmemesi tavrı arasında yaklaşım farkı yoktur. Dini vesayet altına alan Emeviler, Abbasiler, Safeviler, Selçuklular, Memlüklüler ve Osmanlılara varıncaya kadar, fikirlerini devletin bekası için muzır ilan ettirdikleri nice tasavvuf, tarikat, tekke ve dergah ehlini katletmiştir. “Cennet cennet dedikleri, Birkaç köşkle birkaç huri, İsteyene ver onları, Bana seni gerek seni” diyen Hak aşığı 13. asır ozanı Yunus Emre'nin bu beyitlerini okuyanın ve dahi beyitlerin sahibi her kimse diye başlayan fetvalarla tutuşturulan cadı kazanları hep kaynamıştır. “Başıma koy erre Neccâr, Senden dönmezem, Ger beni yandırsalar, Toprağımı savursalar, Külüm oddan çağırsalar, Settâr Senden dönmezem.” diyen Seyyid Nesimi, Memlük hükümdarı tarafından derisi soyularak Halep'te öldürülmüş. I. Mehmed Çelebi döneminde ortaya çıkan Şeyh Bedreddin Olayı ile birlikte, devlet adamlarının tasavvufî çevrelere duydukları güven azalmaya yüz tutmuş, onlar hakkında mütereddit davranmaya başlamışlardır. Sultan II. Murad döneminde Molla Fahreddin-i Acemî, bir Hurufî şeyhini dinsizlikle itham etmiştir. Şeyhin idamı istenmiş, neticede şeyh idam edilip, taraftarları dağıtılmıştır. Yine Şeyhülislam Ebussuud Efendi'nin fetvasıyla, Bosnalı Şeyh Hamza Balî idama mahkum edilmiştir. Aynı şekilde, Oğlan Şeyh denilen İsmail Ma'şukî, zamanın Şeyhülislâmı Kemalpaşazâde'nin fetvasıyla on iki mürîdi ile birlikte idam edilmiştir. 17. asırdaki önemli mutasavvıflardan Malatyalı Niyazi Mısri'de Osmanlı idaresine yönelttiği eleştirilerle yöneticileri bunaltmış ve idamına hükmedilmiştir*.(Bkz.NİYAZI-İ MISRI ve TASAVVUF ANLAYIŞI, Dr. Mustafa AŞKAR) 


Osmanlı tarihinde kaynatılan cadı kazanlarının hiçbiri Bektaşi tekkelerinin kapatılması ve bütün müntesiplerinin ve şeyhlerinin çile ve idamları kadar trajik olmamıştır. Tarihçiler, Yeniçerilerin bağlı olduğu tekke olduğundan, en ağır müeyyidelere maruz bırakıldılar deseler de, modern Türkiye'ye kadar varan bir yarayı meydana getirmiştir.


Yeniçeriler Türkiye'nin kuruluşundan beri devam eden asker sorunun kökenidir. Milletin ordusundan milleti “ordunun milleti” yerine koyup. En sonunda “millete karşı bir ordu” haline gelip hayırlı bir olay (Vaka-yı Hayriye) denilip top yekün yok edildiler.


1826'da Bektaşiliğin yasaklanmasıyla birlikte tarihe ‘ Osmanlı devleti tarihinde ilk kez bir tarikat kapatılmıştır’ notu düşülmüştür. Kapatma kararı, Bektaşi vakıf, tekke ve inanç önderlerinin (Dede-Baba) sıkı takibi ile desteklenmiştir. Bektaşi tarikatının kapatılması, bazı ulema ve diğer tarikat mensuplarının hoşlanmadıkları kimseleri gözden düşürülmesine zemin hazırlanmıştır. 1826 sonrası süreçte Bektaşi olmak o kadar suç teşkil eden bir durum arz ediyor olmalıdır ki insanların hırsları ve düşmanlıkları yüzünden Bektaşilikle hiç ilgisi ilişkisi olmayan kimseleri ‘ Bektaşi diye ihbar etmişlerdir. Ayrıca devlete karşı açıkça tavır takındığı iddia edilen Sarraf Şapçı, adlı Yahudi, Bektaşilikle itham edilerek idam edilmiştir. Sarraf Şapçı'nın idamından sonra bütün mallarına devletçe el konulmuştur. Örneklerde görüldüğü üzere birbirlerine düşmanlık besleyen insanlar, hasımlarını 'öteki' olmakla ‘suçlayarak’ ceza almalarını sağlamaktadırlar. Gayrimüslimlerin yükselen ırkçılık ile maruz kaldıkları zulüm, katl ve haksızlıklar 20. asırdaki Ermeni Tehciri ile zirveye ulaşmıştır. Kimlikleri reddedilen Kürtler Osmanlı'nın son döneminde 13 kere isyana teşebbüs etmişler, Cumhuriyet döneminde 24 ayrı halk isyanı arasında ki Dersim'de 20. yüzyılın trajik bir katliamına maruz bırakılmışlardır.


Bunun gibi katl, tasallut, tarassut, taciz gibi niceleri devletin bekası adına, “Devlet-Ebed-Müddet”, “Ya Devlet Başa Ya Kuzgun Leşe” denilerek kutsal 'Devlet Tanrısı'na adak olmuştur. Kutsal Devlet'in başı ise “Allah'ın yeryüzündeki gölgesi”(Bu tabir Bursa Ulucami'de ve diğer Selatin camilerinde de çokça görülür) ünvanı ile Emevi döneminden itibaren ‘’La yüsel ve La yuhti’’ (hesap sorulmaz ve hata etmez) bir makamın sahibi olmuştur. Cumhuriyet döneminde dinin vesayeti hüviyet değiştirmiş (Bürokrat-Diyanet-Resmi Din), fikri hürriyet ise kurucu kadronun tekeline alınmış(makbul vatandaşlık) ve mağdurların, kamu yararına(Kutsal Devlet) haksızlığa uğratılması kanunlarla meşru sayılmıştı.




Oysa Bediüzzaman’a göre asrımızda eski çağlardaki zulümleri aşkın zulüm ve haksızlıklar yapılmakta, ve zulümler de "kamu yararı" adına yapılmaktadır. "...Vahşet ve bedeviliğin dehşetli bir kanun-i esasisi [anayasası] olarak kabul ettikleri.. şimdikilerin de siyasetlerinin nokta-i istinadı şudur ki: ‘Cemaatın selameti için fert feda edilebilir. Vatanın selameti için eşhasın hukuku nazara alınmaz. Devletin siyasetinin selameti için cüz’î zulümler nazara alınmaz’ diye bir tek cani yüzünden bir köyü mahvetmekle bin masumun hakkını nazara almaz. Bir tek caninin yüzünden bin adamın kılınçtan geçirilmesini caiz görür..."Kur’an ise haksız yere bir insanın öldürülmesini tüm insanları öldürmeye eş tutar. (En’am/164). Bediüzzaman'a göre Kur’an’da vaaz edilen adalet anlayışı şöyle özetlenebilir: "Bir adamın cinâyetiyle başkaları mesul olmaz. Hem bir masum, rızası olmadan, bütün insanlığa da feda edilemez—kendi ihtiyarıyla, kendi rızasıyla kendini feda etse, o fedakarlık bir şehadettir ki, o başka meseledir."